2 Kasım 2011 Çarşamba

hu huuuu


Ben geldim!

Hatta bu fotoğrafın üstünden yaklaşık 2 ay geçti. Annemin bütün vaktini aldığım için bir süre daha buralarda olmayabilir. Aslında kendisi biraz beceriksiz, yoksa becerikli biri olsa vakit bulunur yani bulunmaz değil...
Neyse çaktırmayın, idare edin, üzülmesin. Süt müt azalır sonra ne yaparız ;)


12 Eylül 2011 Pazartesi

Şeker işler


Önceden kapının önünde yerini alıp bekleyen taraf olmaya alışmışım zaten, yine aynı şey. Hazırlıklar tamam esas kız ortada yok. Bu şekerler durmaktan bozulursa ana kız bir fiyaskoya imza atabiliriz :)


Kız bebek kıyafetlerinin klasik pembe tonunu görmekten fenalık geldi. Satılan şeker malzemeleri de aynı pembe olunca imdadıma turuncu puantiye yetişti. Hala o kadar güzel pembe tonları varken, her şey niye aynı pembe tonunda üretiliyor çözebilmiş değilim. 


Saksıyı da Bauhaus'ta görünce beğendim ve "biraz" süsledim. Kızım da böyle kokoş bir şey olursa ne yapacağım bilemiyorum.Tabii bunları yaparken, yine bir önceki gibi, bir daha şeker yapmayacağıma dair kendi kendime sözler verdim. 


İlk fotoğrafta bir de kapı süsü var ama o da sonraya kalsın. Nasıl olsa bu kızın daha geleceği yok. Vaktimiz var.

Bunun üstüne "ay en rahat zamanların kıymetini bil" diyenler varsa tavsiyem; demeyin. Dokuz ayın sonunda; annelere ne söylersen hangi klişe cevapları alırsın diye bir şeyler yazabilecek kıvama geldim galiba ;))  

Şimdi gidip yürüyeyim de şu kızı dürteyim biraz...

31 Ağustos 2011 Çarşamba

Hamilelik notları





* Karnım bir topatan kavunu görünümünde. Ayrıca üstünde de iki tane ufak cinsinden türedi. Öyle ki 1,5 yaşındaki Leyla, sanırım üç bebek taşıdığımı düşünüyor. Artık öne doğru ilerlemek yerine, yanlara doğru yayılma şansını kullanabilirsin kızım. Ayaklarımı görememeye alıştım ama bir gün önüme doğru devrilivereceğim ve öyle kalacağım, o olacak.

* Kollar ve bacaklar lokum kıvamında. Doğumdan sonra böyle kalırsam, gülerken her yeri ayrı oynayan bol neşeli kadınlardan olma şansımı kullanmak istiyorum.

* Hamile olunca herkes bilirkişiye dönüşüyor; bak şu aya gel nasıl olacaksın, oOOoo yazın bittin sen, her yerlerin şişecek, su toplayacaksın su, kaç kilo aldın?  Sen gelince de aynı şekilde konuşmaya devam edenleri kovalamayı düşünüyorum.

* Diğer yandan alışverişte yanımıza yaklaşıp onu alma bak bu daha kullanışlı diyen anneler, yol verenler, yer verenler, sırasını verenler... İnsanların içindeki iyiliği görmek güzel.

* Hamilelik cildime dokundu. Seboreik dermatit, zona, şimdi de puppp. Bu puppp öyle bir şey ki, önce sivri sinekler evrim geçirdi, ses çıkarmadan yemeyi öğrendiler sandım. Ama sonra göbek kırmızı kırmızı döküntü ile dolunca anlaşıldı. İlacı iki kez kullanınca rahata kavuştuk.




* Doğal doğum olsun diyince doktor bulmak da, etrafa dert anlatmak da zor işmiş. Hala daha olay başlayınca rutin prosedüre maruz kalma riski beni korkutuyor. Üstelik önümüzdeki 5 gün, gittiğimiz iki doktor da yok. Yani en doğalından evde doğurma şansım devam ediyor.

* Nefes kurslarına, yogalara falan katılamadık, sadece güzel güzel yüzdük. Son 1 ay işin kuyruğuna gelince bıraktık. Haftaya yine başlayacağız diye umut ediyorum. Suda olma hissini seninle paylaşmak güzel. Kulaç atmak serbest olunca daha da güzel.

* 18 haftalıktan içimde kabarcıklar varmış gibi, 33'e 34'e ve hatta 35'e kadar sevimli karın kıpırdanmaları. Ama 38. haftadayız az daha uzatırsan o ayakları, yakalayıp bırakmayacağım, ööyle kalakalırsın.

* Karnımın guruldama sesi yan taraftan geliyor. Ne biçim itelemişsin organlarımı. 

* Baby whisperer okuyacağıma dog whisperer seyrediyorum. Yöntem, disiplin, yatır kaldır bana uzak. Öte yandan böyle konularda büyük konuşmaktan tırsıyorum.



* İsmin babana benziyor, beklenen doğum tarihin babanla aynı, üstüne dört boyutluda görünen halin, yanakların, gülüşün, yüzün, ayakların da babanın aynısı. Spermin yanında bir de yumurta hücresi olacaktı oralarda bir yerlerde. Ondan da bir şeyler alabilirdin yani.

* Bu benzerlikle beraber baban mest olmuş durumda. Benim kızım nasıl? diyip duruyor. "benim kızım" vurgusu bana babasına "babba" annesine "bir şey" diyen miniği hatırlatmakta.

* Doktor sana koca kafalı diyor, takılma.
 
* 3 kiloyu geçtin, 50 cm'i buldun. Çok da abartmana gerek yok. Şu doktorlardan biri gelince, sen de gelebilirsin.

1 Mart 2011 Salı

Bloguma dokunma

Şu aralar moralimi yüksek tutmak için haberleri az takip etmeye çalışıyorum.  Mümkün olsa hiç ilgilenmeyeceğim ama olmuyor. İşte bu akşam da bloga bakayım dememle birlikte, önce "bloguma dokunma" mesajlarını gördüm. Neler oluyor dememe kalmadı, yedekleme yapmamla birlikte blogum uçtu. Beni de birileri yargılamış ve suçlu  bulmuş olacak ki işte bu yazıyla karşı karşıya geldim. Şu aralar zaten hormonların etkisiyle duygusal olarak uçlardayım, çok sinirlendim çok!




Demek ben bile illegal maç yayını yaparak bütün blogger'ı, illegal bir videoyla bütün youtube'u, vimeo'yu, dailymotion'ı, her neyse kullandığımız her bir siteyi kapattırabilirim. Önce yasak bir şeyler yüklerim sonra da şikayet ederim ya da ettiririm, olabilir yani! Böylece ufak bir topluluk bile bir milletin iletişim hakkını elinden alabilir. 
 

Ctrl+alt+del 'den sonra dns ayarı yapmayı öğrendik milletçe. Ama en önemlisi ses çıkarmamayı kanıksadık artık. Bakalım bu sefer ne kadar ses çıkarabileceğiz:  bloguma dokunma

31 Ocak 2011 Pazartesi

Halsizlik sebebi


işte bu minik imiş :)) Geçen hafta onca halsizliğin ve uykunun sebebi benim deyimimle "bezelye". 

Belki bir süre olmayabilirim. Çünkü cumartesi aldığımız bu haberle birlikte, dolu şeyi merak ediyorum. Dolayısıyla bloga ayıracağım vakti başka şeyler okuyarak geçirmeyi tercih edeceğim. Tabii uyumaktan fırsat kalırsa ;)

Hepiniz için güzel bir hafta olsun...

19 Ocak 2011 Çarşamba

Anneannem

Şu ara kitap okumam askıda. Öldürmeyeceksin'e (Hermann Hesse) başladım. İnatlaşma şeklinde gidiyoruz/gidemiyoruz. Bugün ise Anneannem'i (Fethiye Çetin) elime alayım bir karıştırayım istedim. Ama ödünç kitap okumanın en kötü yanı sonradan aklınıza geldiğinde elinizin altında olmaması. (Tabii okuduğunuz zaman geri verdiğinizi varsayıyorum) Başkasından kitap almayı bundan dolayı sevmiyorum.  Fakat kitap hakkında ödünç bir yazı alacağım.


 
Hrant Dink, "Şimdi yalnızlık zamanı", Birgün, 17 Aralık 2004

Bugün Aralık ayının 17'si...

Ülke olarak Avrupa'nın bekleme odasında geçirdiğimiz 40 yılın son saniyeleri bunlar... Az sonra değilse bile, biraz sonra karar belirginleşecek ve hayat da kaldığı yerden devam edecek. Tarihin tıp oynadığımız anlarından birindeyiz sanki.
       Her bir şey bir an için durmuş gibi... Brüksel'den gelecek ilk hareketin işaretini bekliyoruz.
       Ve siz bu satırları okurken muhtemelen ben o çok bildiğim ve sevdiğim bir garip yalnızlığı yaşıyor olacağım. Hani mesela, bütün bir seçim kampanyası boyunca koşturursunuz, didinirsiniz ve o seçim yasaklarının başlamasıyla birlikte hayat bir anda oy kullanmanın sessizliğine bürünür ve siz sonucu beklerken yalnızlaşır ve kendinizle başbaşa kalırsınız ya.
       Ya da evleneceksinizdir, tam bir telaş içindesinizdir, her bir hazırlık görülmüş, damat tıraşınızı da olmuş, bir başınıza evinize doğru yürüyorsunuzdur da anında bir yalnızlık hisseder, "Biraz önceki telaşı yaşayan kişi ben miydim?" diye kendinize şaşarsınız ya. İşte öylesi bir yalnızlıklayım şimdi.
       Fırtınanın dindiği anda, koca deniz dalgalarının dinginleştiği bir kıyıda, oturacak bir bank arıyor gibiyim.
       Islığımda Bethoven'in Avrupa marşı, cebimde Fethiye Çetin'in Metis'ten çıkan yeni kitabı. Anneannem.
       Bir yalnız kadının öyküsünü anlatıyor Fethiye Çetin kitabında. Heranuş'tan dönme Seher Nine'sini...
       Öykünün kitaplaşması 2000 yılında Fethiye Çetin'in AGOS gazetesine verdiği şu vefat ilanıyla başlar: "Onun adı Heranuş'du. Herabet Gadaryan'ın torunu. Üskühi ve Ovannes Gadaryan'ın biricik kızları idi. Palu'ya bağlı Habab köyünde dördüncü sınıfa kadar mutlu bir çocukluk yaşadı. Birden "O günler gitsin bir daha gelmesin" dediği acılarla dolu zamanlar yaşanmaya başlandı. Heranuş tüm ailesini kaybetti ve onlarla bir daha görüşemedi. Yeni bir ailesi, yeni bir adı oldu.
       Dilini, dinini unuttu, yeni bir dili ve dini oldu. Hayatı boyunca bunlardan hiç şikâyetçi olmadı ama adını, köyünü, anasını, babasını, dedesini ve yakınlarını hiç mi hiç unutmadı. Bir gün onlara kavuşma, onlarla kucaklaşma umuduyla 95 yıl yaşadı. Belki bu umutla uzun yaşadı, bilincini son günlere kadar yitirmedi. Heranuş nenemi geçen hafta kaybettik ve onu sonsuzluğa uğurladık. Sağlığında bulamadığımız yakınlarını (yakınlarımızı) bu ilan vasıtasıyla bulmayı, acıları paylaşmayı umuyor, 'O günler gitsin, bir daha yaşanmasın' istiyoruz."
       Bu ilan Amerikalara kadar ulaştı ve sonuçta Seher Nine'nin akrabaları bulundu. Seher Nine'nin kız kardeşi Marge yaşıyordu ve çocukları Fethiye Çetin ile bağ kurarak kendisini Amerika'ya davet ediyorlardı. Büyük buluşmanın tüm ayrıntıları kitapta yalın ve duygulu bir dille anlatılıyor.
       Buluşmanın fotoğrafları ise bir başına binlerce yazıya bedel.
       Fethiye, ninesinin elleriyle ördüğü banyo lifini ve onun kokusunu taşıyan ipek oyalı yazmasını alıp götürmüş teyzesi Marge'ye... "Sana onu getiremedim ama işte bunları getirdim" demiş. Fotoğraf altına da şu notu düşmüş Fethiye:
       "Ablasının hatırası lifi ve yazmayı okşuyor, açıyor, inceliyor sonra katlıyor, ama tekrar açıp tekrar bakıyor, tekrar okşuyordu. Bütün bunları yaparken de yüksek sesle inliyordu. Sessizce uzaklaştık ve onu ablasıyla baş başa bıraktık."

Bugün Aralık ayının 17'siydi değil mi?

Az sonra, şu içinde yaşadığımız sessizlik bozulacak, ortalık Avrupa Birliği'nin kararına boğulacak. Ve kaçınılmaz olarak da yalnızlık bitecek. İyisi mi gelin o gürültü kopuncaya kadar, daha şunun şurasında biraz vakit varken bu yalnızlığın tadını çıkaralım. Heranuş Yaya'mızın ya da Seher Nine'mizin yalnızlığıyla kendi yalnızlığımızı buluşturalım. Sizi temin ederim ki bu buluşma, Türkiye'yle Avrupa'nın buluşmasından çok daha önemli.  


kaynak: metis  

11 Ocak 2011 Salı

7 Ocak 2011 Cuma

Mermer


Mermer bazen çok hoş, bazen de çok soğuk görünüyor değil mi?

Herkes için güzel bir hafta sonu olsun :)

Photobucket
Photobucket
Photobucket
Photobucket

1. momoy   2. ve 5. adelto,  3. livingetc    4.  livingetc

5 Ocak 2011 Çarşamba

Turuncu


Turuncu enerji verir diye duymuştum. Aslında gerçekten cıvıl cıvıl, neşeli bir renk. Ama baskın şekilde kullanılınca yorucu olur gibi geliyor.  Bizim de salondaki yastıklarımız ve odada ilk dikkat çeken büyük resmimiz turuncu, kırmızı ve mor ağırlıklı. Peki öyleyse hani enerji, hımm?

Photobucket

Photobucket

Photobucket

Photobucket


1, 2, 5. Roland Persson   3, 4,   Patric Johansson